3 Kasım 2013 Pazar




   1435 

YENİ YILIMIZIN HAYIRLI GEÇMESİ DİLEĞİYLE





Ramazan ayından sonra en kıymetli oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur.  

(Ebu Davud, Müslim)

Her ki Muharremden bir gün oruç tutarsa ona her güne karşılık 30 gün (oruç sevabı) vardır.

(Abbas, İmam Suyuti)


21 Ekim 2013 Pazartesi



Haftanın Kitapları - Arka Kapakları


   

Bir Meczubun Rüyası (Oktan Keleş)  :  

"İlhami Abi hafif bir tebessümle:
İşte şimdi anlamaya başladın. Artık sen de Rabbinle tanış dedi.
Nasıl deim. Rabbimle nasıl tanışırım? Böyle bir tanışma mı var?.
Evet dedi..
Her kul ömrünün bir kısmında bir şekilde yaradan'la tanışmak zorundadır.
Atıldım
Ama böyle bir şey ilk defa duyuyorum dedim.
Devam etti.
Zaten bir çok insan bu yüzden hayattayken "Rableriyle Tanışmadan" bu dünyadan ayrılır."




Hicab (Mevdudi)  :  

Nerede bir ahlaki çöküş, heva ve heveslerin peşinden gidiş, şehevi arzulara tapınış olursa, orada toplum ya da millet gerçekten bir tehlikeye ulaşmış demektir. Evet, bir toplumun kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla genciyle durumları bu olur ve hayvani arzularına esir olursa, böylesi bir çirkefe bulanırlarsa, bu cinsel aşırılık onları ister istemez öylesine bir uçuruma yuvarlar ki, sonuçta doğal olarak toplam ya da millet içinde helakin, yok oluşun ve ortadan kalkışın tüm nedenleri de var olur. İşte şu yok olmaya yüz tutan ileri toplumlar... 
Kendileri bir ateş çukurunun kenarında bekleyip durmaktalar. Her an oraya kayıp yok olmaları kaçınılmazdır.

Kitabı satın almak ve incelemek için lütfen tıklayın.













9 Ekim 2013 Çarşamba


SENDE HAK(K)LISIN...

Bu ara gündem maddeleri bir hayli fazla farkındaysanız. Andımızın kaldırılması, kamuda başörtüsü serbestliği, yeni demokrasi paketi adı altında...

İlkokul yıllarında andımızı bilinçli bilinçsiz okuyup da tarihçesini merak etmeyenlere kısa bir özet geçeyim.
1933 yılında yürürlüğe konulmuş olup, dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından yazılan öğrenci andına 12  Mart muhtırası ile beraber "Ne mutlu Türk'üm diyene!" , 1997 yılında ise "Ey büyük Atatürk "eklenerek yeniden düzenlenmiştir. Sadece pazartesi günleri derse başlamadan okunan andımız 1992 den itibaren her gün okunması zorunlu hale getirilmiştir.

Arada daha bir çok ayrıntı var ancak, bu şekilde özetleyebiliriz. O ayrıntılardan bir tanesine değinmeden geçemeyeceğim. 1972 yılında şöyle yama yapılmış "Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk"....

Haşa sümme haşa... Bu özellikleri nasıl bir beşere isnad edersin EY ACİZ KUL! Bugün, bu topraklarda mandater rejim altında değilsen, namusun-şerefin ayaklar altına alınmıyorsa, anlının teriyle paranı kazanıp evini geçindirebiliyorsan, hadi bıraktım bu lüksleri, hala nefes alabiliyorsan YARATICINA borçlusundur NANKÖR KUL SENİ!

Yahu Allah'a böyle haykırarak şükretmeyip, O'nun yarattığı aciz kula nasıl şükredersin, teşekkür edersin!

İşte aklın, mantığın, tüm mantalitelerin devreye girdiği, zeka pıtırcıklarının dökülmeye başladığı o an...

"Ama her milletin bir önderi var. Bizi düşmanlardan kurtardı. Elbette böyle bir övgüyü hakediyor" diye dillerinde pelesenk olmuşlar mevcut. Bana kalırsa ipin koptuğu yer tam olarak burası...
Hayatın her alanında işlerin seyrinde gidebilmesi için yönetici vasıflarıyla hemhal olmuş kişiye ihtiyaç vardır mutlaka. Ancak önder kimliğinin dozajını kaçırmamak lazım. Şirk koşarcasına bir yaklaşım içine girerseniz bunun sonu gelmez. İnsan gerçek yaratıcısından farkında olmadan uzaklaştıkça saçmalamaya, saçmaladıkça da insanlık sınırları dışına atmaya başlar kendini...

İlkokuldaki tarih bilgimizle bile üzerinde yaşadığımız toprakların sadece Türkün değil, Çerkez'in, Kürdün, Laz'ın, Rum'un, Arapın her milletten insanın kanıyla, bedel ödercesine aldığını biliriz.

İnkar edemezsiniz asla!

Buna istinaden, nasıl olur da farklı milletlerden insanlara Türk'üm.... diye başlayıp devam eden satırları dayatma yaparcasına okutursunuz, okumasını beklersiniz?  Eğer bu toprakları birlikte omuzladıysa dedelerimiz, biz de tek yürek olup bu mirası taşımaya devam ederiz.

"Yok efendim, nereden çıkartıyorsunuz! Milliyetçilik yapmıyoruz biz" diyorlar birde.

Hadi oradan!!! Alasını yapıyorsunuz da, bilgi dağarcığı yetersizliğinden olsa gerek, bazı şeyler tam oturmamış hala bu ülkede. Her şey zamanla tabi. Sabır işte tam bu anda devreye giriyor.

Hakikati söylemek gerekirse sözü uzatsam da, uzatmasam da bir arpa boyu yol gidilmez bu konularda...


Öyleyse Selametle....






30 Eylül 2013 Pazartesi





"MÜMİN-KAFİR"

İHLAS

Dua, dua, dua... Boyuna dua edelim... Hiçbir dua çevrilmez. Elverir ki edebilelim... Boyuna isteyelim... Hiçbir istek döndürülmez...Elverir ki isteyebilelim...Malik, mahruma vermez olur mu?...Bunun için yaratıldık.İsteyelim!...Elverir ki, istemeyi bilelim... Ümmetin sahabilerden sonra en büyük ferdi, İmam-ı Gazali Hazretler,"Allah vermeyeceğini istemez." buyuruyor. Bu ölçüdeki hikmeti sezenler, bir şeye malik olmak için o şeyi istemenin yeter olduğunu anlarlar. Ama istemenin istemek olması için dudakların yetmeyeceğini anlasalar...

Ey İhlas!... Senin olduğun yerde hiçbir şey eksik değildir!


YOK

-Yok!
Diyenlere bir sözüm var:
- Siz bana gerçekten yok olan bir şeyi gösterebilir misiniz ki, yok'u ispat edebilesiniz?.. Gösterebilecek olsanız zaten o şey yok değil, var olur. Gösteremeyince de yok demeye imkanınız kalmaz! Allah'a yok diyebilmeniz ayrıca ispat ediyor ki, o "var"ın ta kendisi, yok'un da yaratıcısı...


HASTA

Hayretler içindeyim! Biri yola düşüp bayılsa,koşarlar kaldırırlar,eczaneye, hastaneye, bir yere, bir tarafa götürürler. Körün, sağırın, çolağın, topalın, şunun, bunun, teker teker bir hastalık teşhisi ve deva merkezi var... Böyleyken küfür hastalığının dispanseri yok... Çünkü kafir iki ayağı üzerinde durabilmektedir; gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği, aklının işlediği sanılmaktadır. Ah o göz ki, görmeye, o kulak ki, işitmeye,o akıl ki, düşünmeye perdedir; ve bunların sahibi sıhhatte bilinmekte... Öbür hastalar da kim oluyor? Yok mu hastaları, bu öldükten sonra ölmeye gidecek çaresizleri kurtarmaya bir çare?.. Nerede bunlara mahsus sıhhi imdat otomobilleriyle garajları dolu büyük cemiyet (agora)sı?..



(Necip Fazıl Kısakürek'in Mümin-Kafir adlı eserinden alıntıdır.)


27 Eylül 2013 Cuma


İmamın Abdest Suyu!




Yağmurlu bir günde otobüste,dolmuşta veya herhangi bir araçta giderken 
buğulanmış camdan dışarı bakarız...
Aracın içindeki sıcaklıktan buğulanmış olur camlar, elimizin tersiyle silmeye çalışsak bile fayda etmez. Yine de vazgeçmeyiz dışarıyı izlemek için diretiriz...
Sonra buğulu camlara çarpan, sanki birbirleriyle yarışırcasına kayıp giden yağmur damlalarını takip etmeye başlarız. Her biri kendi halinde giderken biri diğerine karışır bazen... Birlikte devam eder bu zorlu yolculuk. Sonra rüzgar öyle şiddetlenir ki daha minik damlalara ayrılırlar ve mirasçı misali kayıp giderler...
Elbette bir sonu vardır buğulanmış camın, bunu onlar da çok iyi bilirler...
Ama rüzgarın etkisine kaptırmışlardır kendilerini bi' kere. Sona doğru yaklaştıkça heyecanlanırlar sanki yavaşlar gibi olurlar ama o kadar hızlı kayıp gitmişlerdir ki farkına bile varamamışlardır artık...
Nereden geldik?Nereye gidiyoruz? Neydik? Ne olduk?

Yaşadığımız her şey, gördüğümüz ama dikkat etmediğimiz her ayrıntı aslında hayatı ayna gibi yansıtmaz mı bize?

Hiç kesilmeyecek gibi delicesine nefes alıp dururuz. Hiç bitmeyecek, sonu gelmeyecek gibi hunharca harcarız bize bahşedilen yaşamı, güzellikleri, nimetleri...

Sonsuz olan bir Allah(c.c) olduğunu unuturuz işte, gafil avlanırız en ummadığımız anda...

Nasıl yaşıyoruz biz Allah aşkına!!!

Dedelerimizden, ninelerimizden gelen adetlerle, sözlerle mi şekillendiriyoruz hayatımızı? Doğruluk süzgecinden geçirmeden, akıl denilen melekeyi kullanmadan gözü kapalı tasdik mi ediyoruz yoksa? Daha da kötüsü içimize sızan misyonerlerden mi öğretiyor bize doğruyu-yanlışı, dini-diyaneti, sabrı-sükuneti? Niye ayılamıyoruz hala, uyutulduğumuzun ne zaman farkına varacağız acaba? 

Size acizane bir şey söyleyeyim mi;

Şöyle buz gibi suyla abdest alsak öyle bi' kendimize geliriz ki. İmamın abdest suyu gibi...

"Aaa, nerden çıktı şimdi, imamın abdest suyu sıcak olur ama" dediğinizi duyar gibiyim sanki. Bazıları bu benzetmeyi söylerken yüzlerini de olmadık şekillere sokarlar. Akıllarınca aşağıladıklarını, küçümsediklerini zannedelerler. 
Bu sözü halk arasına kim yerleştirdi Allah(c.c) bilir. Ne de çabuk benimsemişiz!

Açık çay gelir, "Bu ne böyle imamın abdest suyu gibi!" deriz.
Gazı kaçmış gazoz gelir, "İmamın abdest suyu gibi olmuş" der içmeden bırakırız öyle değil mi?

Doğru olup olmadığını sorgulamadan kullandığımız sözlerden sadece bir tanesi bu. 

Peki ya bir yağmur damlası gibi kayıp giden ömrümüzde bilinçsizce yapılan bu davranışlar niye? 
Kişi mesleğinde gösterdiği titizliği, Allah(c.c)'ın verdiği şu kısacık ömründe de gösterse...
Muhasebeci hayatının muhasebesini yapsa, bilgisayar programcısı yeniden programlasa hayatını, psikolog önce kendinden başlasa anlatmaya, belki daha idareli kullanırız üç günlük dünyayı.


Rahmanın sınavından başarıyla geçebilmek dileğiyle...


24 Eylül 2013 Salı

Başlat Menüsü...

 
 
MENÜSÜ
 
 
 
İlk yazım olmasından dolayı bu başlığı tercih ettim. Asıl olarak mesleki deformasyon da diyebilirim...
 
 
İlk olarak (SoS)yal Paylaşım Siteleri çılgınlığına şöyle bir bakalım...
 
Aslında bakmaya gerek yok içindeyiz zaten. Ana haber bültenlerine bile malzeme olmaya başladığı şu sıralarda gençlerin kendini ifade edebildiği tek yerdir bu sanal ortamlar. Tabi ki genel olarak ele alıyorum istisnalar kaideyi bozmaz misali...
 
Hemen hemen her konuda bilinçli bilinçsiz, cemiyetten doğma-kulaktan duyma ifadeler kullanarak kendilerini haklı çıkarmaya çalışmak dürtüsü almış başını gidiyor. Kalitesizlik, saygısızlık, itibarsızlık diz boyu... Gençlik tembelliğe alışmış bi' kere, espri yaparken bile akıl çalıştırmaya glikoz harcamak istemiyorlar, tabiri caizse ' feys den kopup gelme paket espriler ' i cümle kurmaya çalışırken aralara serpiştiriyorlar...
Gülüyor muyuz? Eee gülüyoruz tabi... İçindeyiz zaten demiştim yazının başında. Hatta öyle bi duruma geliyoruz ki aynı espriyi dillendirirken buluyoruz kendimizi :)
 
                   
Güleriz ağlanacak halimize...
 

Sabah kalkar kalmaz besmele çekip kahvaltıya oturacağı yerde, kime n'olmuş deyip facebook,twitter a oturan, eline akıllı telefonunu yapıştırıp kafasına akıllı beynini yapıştıramayan, ailevi şuurdan yoksun, mutsuz olmak için elinden geleni yapan, uykulu,tembel, avare, sümüklü bi' gençlik türedi. Çağdaş(!) gençlik...
 
Her genç böyle mi peki ?...
Elbette bilinçli olanlar, kendini geliştirmek, yetiştirmek isteyip çabalayanlar da var. Siz de takdir edersiniz ki istisnalar  kaideleri bozsa bambaşka bir ütopya da yaşıyor olurduk :)
 
Belki bilinçlenme süreci vakit alabilir, yine de bir ümitle yeni nesil için elinden geleni yapmak istiyor insan...
 


Saygılar...